Sanatın yaratılışından bu yana, sanatçılar için hangi araçları, teknikleri ve medyayı nasıl kullanılması gerektiği belirlenmiştir. Birçok buluş sanat yapımını herkes için daha kolay ve uygulanabilir hale getirirken, diğerleri sanatı nasıl tanımladığımıza dair radikal kavramlar ve yeni anlayışlar başlatmıştır.
Yüzyıllar öncesinden bazı sanatsal kavramlar artık modern bilince o kadar derinden yerleşmiş durumdadır ki, sanatın onlarsız var olabileceğini hayal etmek oldukça zor.
Sanatın tarihsel gidişatını, pratik veya kavramsal olarak temelden değiştiren dokuz icat:
1. Seramik Fırınlar
Sanatın en eski türlerinden biri olan seramik, binlerce yıldır dünyanın her yerinde düzinelerce kültür tarafından benimsenmiş ve çağdaş sanatçılar medya üzerinde kendi izlenimlerini bırakmıştır. Sanatçılar izlenimlerini devam ettirdikçe seramik fırınlar gelişmeye devam etmiştir.
Bununla birlikte, bu geniş kapsamlı sanat formu olan kil’i bir ateş çukuruna yerleştirildiğinde neler olduğuna dair tanık olan tarih öncesi insanlar olmasaydı, bugün kil mevcut olmazdı. Bu insanlar bilmeden ilk seramik kili icat etmişlerdir.
Eski uygarlıklar arasında kapalı fırınlar ortaya çıkmıştır; Yunan fırınları tipik olarak dumanı yukarı doğru yönlendiren iki odalı bir tasarıma sahipken, Roma fırınları borularla donatılmıştır ve bazıları 40.000’e kadar kap alabiliyordu.

MS 200’e gelindiğinde, Han dönemindeki Çinli zanaatkarlar, çok sayıda odada bulunan, eşit derecede büyük “ejderha fırınları” geliştirdiler . Yamaçlardaki dik eğimleri nedeniyle “tırmanma fırınları” olarak da bilinmektedirler.
Bu fırınlar dünyanın ilk porselen objelerini üretti ve onlarla birlikte Çin, seramiğin küresel merkezi haline geldi. Fırının tasarımı (porselenle birlikte) Doğu Asya’ya yayıldı ve sonunda Avrupa’ya kadar ulaştı. Birçok ejderha fırını bugün hala çalışıyor olsa da, 1920’lerde bir İsviçre mühendislik şirketi olan Brown-Boveri Ltd. tarafından icat edilen elektrikli fırınlar tarafından büyük ölçüde aşamalı olarak kaldırılmıştır.
Daha küçük ölçekli, kullanımı daha güvenli ve taşıması daha kolay olan elektrikli fırınlar, stüdyolarda ve okullarda kullanılabilir ve bugün seramik sanatçılarının gelişmesine büyük ölçüde katkıda bulunmuştur.
2. Mozaik Camlar
Vitray olarak da bilinen mozaik camlar, metalik oksit tozları ile cam boyama işlemi yapılarak oluşturulur. En çok gotik katedrallerde görülmektedir. Mozaik camların kökeni M.Ö 2700 yıllara kadar dayanmaktadır. Mozaik camın bilinen en eski insan yapımı örneği Mısır’dan gelmektedir.
Günümüzde kullanılan mozaik camlara M.S. 1.yy.’da bir İngiliz Jarrow kasabasında ki Hristiyanlar öncülük etmiştir. Bilinen en eski renkli mozaik cam parçaları, 1970’lerde, St. Paul Manastırı’nda 686 yılında kurulduğu keşfedilmiştir.
Müslümanlar ‘da 8.yüzyıldan itibaren mozaik cam kullanmaya başlamışlardır. Örnek olarak İranlı Cabir İbn Hayyan “Gizli İnci” kitabında 46 mozaik cam boyama tekniği üzerine yazılar yazmıştır.

Avrupa’da Orta Çağ döneminde, mozaik cam hem bir sanat formu hem de dini bir sembol haline gelmişti. Mozaik camlar 19. yüzyıllarda Amerika’da Louis Comfort Tiffany’nin “Art Nouveau Lambaları” ve John La Farge’ın “Yanardöner pencereleriyle” oldukça popüler hale geldi.
20. yüzyıl boyunca Henri Matisse, Theo van Doesburg ve Judy Chicago sanatçılar mozaik cam işlemelerinde denemeler yaptılar. 2014’te Kehinde Wiley, Jean-Auguste-Dominique Ingres tarafından tasarlanan katedral tarzı bölmelerden önce çağdaş siyah figürleri yerleştiren radikal mozaik serisi üzerinde çalışmaya başladı ve mozaiğin doğal olarak çağrıştırdığı beyaz Hıristiyanlığın çağrışımlarını altüst etmeyi başardı.
3. Ağaç Baskı
Çin sanatının ve kültürünün altın çağı olarak kabul edilen Tang hanedanı, M.S. 618’den 907’ye kadar pek çok kültürel yeniliğe öncülük etti, ancak en önemlisi tahta baskılar oldu. Bir tahta parçasına oyarak, ardından kağıda basmadan önce parçalarına mürekkep eklemeyi içeren teknik, başlangıçta Budist metinlerini kopyalamak için kullanılmıştır, ancak ara sıra resim yapmak içinde kullanılmışlardır.
Bununla beraber, tahta baskılar blok başına tek bir mürekkep tonu olan siyah kullanılabildiği için zanaatkarlar tarafından milenyum dönemine kadar bir sanat formunda kullanılamamıştır.14. yüzyılda, Ming (hanedan) döneminde, çoklu bloklarla yapılan tam renkli kompozisyonlar ortaya çıkmıştır.

Albrecht Dürer ve Titian gibi sanatçıların tekniği 15. ve 16. yüzyıllar boyunca anavatanlarında yaygınlaşmasıyla beraber tahta blok baskıları Avrupa’ya kadar ulaştı. Japonya’da insanlar tahta baskıları ne kadar yazı yazmak için kullanmış olsalar bile 18. yüzyıla kadar sanatçılar tahta baskıları sanat için kullanamadılar.
1765 yılında Suzuki Harunobu, “Nishiki-e” adı verilen kendi çoklu blok renkli baskı tekniğini geliştirdi. Suzuki’den önceki teknikler genellikle bitkisel boya ile renklendiriliyordu. Kısa süre sonra diğer sanatçılarda bu tekniği benimseyerek “Ukiyo-e” olarak bilinen geyşaların, kabuki aktörlerin, şehir sahnelerinin renkli tasvirlerini ortaya çıkardılar. “Ukiyo-e” baskıları defalarca yapıldı ve sokaklarda satılmaya başlandı. Kısa sürede baskılar o zamanlar Japonya’da ki en popüler sanat haline geldi.
4. Boya Paleti
Ortaçağ döneminde sanatçıların kullandığı boyalar ve fırçaların temizlenmesi, boyaların düzenli olarak karışması gibi durumlar ilerleyen dönemlerde sanatçıları paletleri geliştirmeye yöneltti.
Boya paletinin ne zaman icat edildiği tam olarak bilinmemekle beraber kaynaklara göre, ahşaptan yapılmış birden fazla boyayı bir arada tutulabilen palet İtalyan bilim adamı Giovanni Boccaccio’nun ünlü kadın biyografilerinden oluşan 1374 yılında ki koleksiyonu “De Mulieribus Claris” kitabından gelmektedir.

Kitap içerisinde bir kaç illüstrasyon çalışmasında, kadın ressamlar ellerinde ahşap bir disk şeklinde boya lekeleri bulunan palet ile resim yaptıkları gözlemlenmektedir.
16. yüzyıla gelindiğinde ise şu anda herkes tarafından bilinen palet takımları, ilk kez Flaman ressam Hans Bol’un oyulmuş bir portresinde görülmüştür. Ahşap palete alternatif olarak plastik, akrilik ve güvenlikli camlı gibi malzemelerin daha yakın zamanda piyasaya sürülmesi dışında, klasik sanatçının paletinde çok az şey değişmiştir.
5. Tuval
Aslen 14. yüzyıl İtalya’sında ahşap panele daha uygun fiyatlı bir alternatif olarak geliştirilen tuval, genellikle gesso adı verilen bir boya bağlayıcı ile astarlanmış ve ahşap bir çerçeveye gerilmiş güçlü, sıkı dokunmuş kumaştan oluşmaktadır.
Daha pürüzsüz bir yüzey ve daha düşük maliyet tuvali bugün resim için en popüler haline getirmiş olsa da, Rönesans sanatının çoğu, şehirdeki evlerini dekore etmeyi tercih eden zengin aileler için yapıldığı ve finanse edildiğinden dolayı gösterişli pano resimlerinin soylular ve bilim adamları tarafından ziyaret edilip sergilenmesi, bugün ki halini yakalaması yüzyıllar sürmüştür.

O döneme damgasını vuran ve büyük bir yankı uyandıran, Sandro Botticell’nin mitolojik tuval üzerine başyapıtı “Venüs’ün Doğuşu’nu” (yaklaşık 1486) Toskana tepelerindeki Medicis’in Villa di Castello’su için boyanmıştır.
16. yüzyıla gelindiğinde ise, İtalyan sanatçılar ve onların işverenler de, ahşabın çürümeye meyilli olduğunu fark etmeye başladılar. Böylelikle tuval, resim için ideal bir materyal haline geldi. En kaliteli tuvaller Venedik’ten getirildi ve sonunda Kuzey Avrupa’ya kadar yayıldı. Burada yıllarca hüküm süren panel geleneğini yavaş yavaş devraldı.
20. yüzyıla gelindiğinde tuval resmi, deneyler ve yıkımlarla damgasını vurdu.1940’ların ortalarında Buenos Aires, Madi sanatçıları Gyula Košice, Carmelo Arden Quin ve Rhod Rothfuss, soyut formları düzensiz şekilli tuvaller üzerine boyayarak geleneksel Batı sanat uygulamalarıyla oynamaya başladı.
Oysa hiçbir sanatçı tuval muamelesinde, 1940’ların sonlarından başlayarak yüzeylerine tam anlamıyla bıçak dayayan ve 1968’deki ölümüne kadar bu şekilde çalışmaya devam eden Lucio Fontana kadar radikal değildi. Sanatçı, bu çalışmalarla resim yapmayı değil, sanata yeni bir boyut kazandırmayı amaçladığını açıklamıştır.
6. Kamera
Teknik olarak, dünyanın ilk kamerası olan “camera obscura” şuan binlerce yaştadır. Karanlık bir odada iğne deliğinden görüntü yansıtmayı içeren kamera obscura kavramı, eski bilim adamları tarafından ele alınmış ve 11. yüzyılda İslami bilgin İbn el-Haytham tarafından resmi olarak geliştirilmiştir.
Günümüz cihazına benzeyen ilk kameranın kökleri, 1826 civarında Fransız amatör bilim adamı Nicéphore Niépce tarafından yürütülen bir deneyde bulunmuştur. Niépce, o sırada taşınabilir hale gelen camera obscura’sıyla oynarken, içine zift kaplı kalaylı bir plaka yerleştirmeyi denedi ve sekiz saat boyunca evinde ikinci kat penceresinin önünde bıraktı.

Daha sonra, plakayı yıkarken, güneş ışığı ile sertleşmeyen zift parçaları solmaya başladı ve Niépce, komşu binaların ve uzak bir manzaranın üst kat görüntüsünü yakalayan ilk fotoğrafla birlikte kaldı.
Bununla birlikte, elde edilen sonuca rağmen, Niépce’nin fotoğrafının bazı sorunları vardı: Fotoğraf geniş bir pozlama süresi gerektiriyordu ve aynı zamanda plakanın güneşe az maruz kalması nedeniyle görüntü zayıftı, yani güneşte bu sekiz saat yeterli gelmiyordu.
Kalıcı fotoğraflar çekmeye niyetli, pozlama süresini kısaltmada biraz başarılı olan ve 1829’da Niépce ile işbirliğine başlayan bir başka Fransız olan Louis Daguerre,10 yıl sonra (Niépce’nin ölümünden sonra), ticari olarak mevcut ilk fotografik süreç olacak şeye ulaştı: Dagerreyotipi.(Dagerreyotipi, gümüş nitratla ışığa duyarlı hale getirilen bakır levhaların, camera obscura içinde 10 ila 20 dakika pozlanarak, cıva buharına tabi tutulup geliştirilmesiyle fotografik görüntü elde etme yöntemidir)
Aradan geçen yaklaşık 200 yıl içinde, kamera sayısız gelişme görmüştür: William Henry Fox Talbot’un birden fazla baskıya izin veren 1841 patentli negatifleri; George Eastman’ın 1889’da haddelenmiş filmi icadı ve 1930’ların ortalarında Kodak şirketinin renkli fotoğrafçılığı tanıtması; 1947’de ilk Polaroid; 1978’de ilk bas-çek otomatik odaklı kamera; ve 1990’larda (ve sonrasında) dijital kameranın yükselişi vb.
Bugün kameralar o kadar küçüldü ki neredeyse profesyonel olarak cep telefonlarımıza ve dizüstü bilgisayarlarımıza yerleştirildiler.
7. Boya Tüpü
Empresyonistlerin 19. yüzyılın sonunda resimde devrim yarattığı ve modern sanatın şafağını da beraberinde getirdikleri iyi bilinmelidir. Ancak sanatseverler, sanat tarihine katkılarından dolayı Claude Monet, Pierre-Auguste Renoir, Edgar Degas ve bu Parisli çevrenin geri kalanı dışında birine teşekkür etmeleri gerekir: John Goffe Rand adında bir Amerikan portre ressamı.
Empresyonistlerin ilk sergisinden bir yıl önce, Rand tek başına (dolaylı olarak da olsa) boya tüpünü icadıyla hareketin hayata geçmesine yardımcı olmuştur. 1840’larda Rand, Londra’da yaşıyordu ve yağlı boyalarının raf ömründen dolayı giderek daha fazla hayal kırıklığına uğruyordu; çoğu zaman kullanılmadan önce kurumuş halde bulurdu.

O zamanlar, boyayı saklamak için iki yaygın (ama ideal olmayan) yöntem vardı. Taşınması tehlikeli olan kırılgan cam kavanozlarda veya şırıngalarda ya da sanatçıların pigmentlerle doldurup iple kapattıkları domuz keseleriydi.
Renklere erişmek için Rand gibi sanatçılar domuzun mesanesine bir delik açıp mümkün olduğunca fazla boyayı kazımak zorunda kalırlardı ancak delik yeniden kapatılamadığından, toplamadıkları boyalar boşa giderdi. (Ayrıca, değerli pigmentlerini domuzun mesanesinde kim saklamak isterdi ki?)
1841’de Rand’ın bir fikri vardı: Küçük metal borular, boyaları saklamayı daha basit, daha temiz ve daha kullanışlı hale getirirken, uzun ömürlerini ve taşınabilirliklerini artırırdı. O yılın 6 Mart’ında “metalik katlanabilir borular”ın patentlerini almıştı ve borular kısa sürede bir popüler hale geldi. 1904’te İngiliz kimyager William Winsor, Rand’ın tüpüne vidalanabilir bir kapak ekleyerek ressamların daha sonra kullanmak üzere renkleri saklamasına izin verdi.
8. Daktilo
İlk mekanik daktilo cihazlarının geçmişi 1714 yılına kadar uzanıyor olsa da modern QWERTY klavyenin patenti 1868’de Amerikalı mucit Christopher Sholes tarafından alındı ve kısa süre sonra ilk ticari daktilo piyasaya çıktı.
Kaynak:Google
Devrim niteliğinde, ancak son derece ağır ve kullanıcı dostu olmayan ilk daktilo, IBM’in 1961’de Selectric daktilosunu piyasaya sürmesine kadar değişmedi. IBM, bilgisayar çağına kadar ürününü geliştirmeye devam etti ve bu noktada daktilo her yere yayıldı.
9. Neon ve Floresan Işık
20. yüzyılın ikinci yarısında, neon ve floresan ışığından yapılan sanat eserleri müze koleksiyonlarında giderek daha fazla yer almaya başlamıştır. Işık ve Uzay gibi sanat akımlarının merkezinde yer alan ilk neon lamba 1902 civarında Fransız mühendis Georges Claude tarafından icat edildi ve ilk floresan lamba 1926’da Almanya’da Edmund Germer tarafından icat edildi.

Dan Flavin, Robert Irwin ve Bruce Nauman gibi 1960’ların ve 70’lerin sanatçıları, en çok neon ve floresan ışığını güzel sanatlar alanına getirmek ve kullanmakla tanınırlar.
Kaynak: artsy.net
Bunlara da bakabilirsiniz:
Kriptoparalar ve blockchain hakkındaki her türlü sorunuz için telegram kanalımıza davetlisiniz. Kanala katılmak için tıklayınız.